Sea of Marble / Mermer Denizi
Sea of Marble

İletişim

sea [at] xurban.net

Sergi

5 Kasım — 26 Aralık 2010
Sanat Limanı, Antrepo No:5
Açılış: 5 Kasım 2010, 18:00

Sempozyum

4 Aralık 2010, 9:30
Sanat Limanı, Antrepo No:5

Katılımcılar:
Ursula Biemann (Zurich) & Shuruq A. M. Harb (Ramallah), TJ Demos (London), John Palmesino (London), Vyjayanthi Rao (New York), Alex Villar (New York), Relli De Vries (Tel Aviv)

xurban_collective: Güven İncirlioğlu (İzmir), Hakan Topal (New York), Mahir Yavuz (Linz) and Atıf Akın (İstanbul)

Proje Partnerleri: Helge Mooshammer & Peter Mortenbock (London /Vienna)

Özetler ve biyografiler için Sempozyum Kitapçığı'nı indirebilirsiniz.

Marsilya, Atina, İstanbul, New York, Şangay, Buenos Aires ve Bangkok gibi liman kentleri bulundukları ulusal sınırlar içinde etraflarındaki daha küçük kentlere otoyollar ve raylar ile bağlanmış merkezlerdir. Farklı kökenlerden ve kültürlerden insanlara ek olarak, gemilerin, kamyonların, araçların ve malların akışı karmaşık bir dizi aktiviteyi ifade eder. Limanlar, yeni gelenler için binbir fırsatı temsil ederken, aldıkları göç bu kentleri kültürel ve ekonomik olarak canlı ve enteresan kılar, taşralaşmaya karşı bir alternatif oluşturur. Bu limanların küresel ekonomi içerisindeki işlevi, deniz nakliyatının standartlaşması ve titizlikle hazırlanmış altyapının işleyişi ile garanti altına alınmış, ama daha da önemlisi, yasalarla, kalifiye insan kaynakları ve destek endüstrileriyle kollanmıştır. Limanlar görünüşte manzaranın içindeki gayet akılcı ceplere karşılık gelir. Kara ve denizin buluştuğu alan, ticari faaliyetin serbest bölge ekonomisine dönüşmüş halidir. Yani, çeşitli akışların kaynaşıp organize olduğu ve dağıtımının yapıldığı geçiş bölgeleri. Bütün bunların ortasında binlerce konteyner doldurulmak, kaldırılıp taşınmak ve gemiye yüklenip yollanmak üzere sıralarını bekler. Etraflarını çeviren vinç ve makinaların ikaz sirenleri her an bir tehlikenin mevcut olduğu olağandışı bir bölgeyi belirler.

Bu liman kentlerinin bugünkü durumuna baktığımızda inşa halindeki büyük ölçekli ticaret ve konut yapılarından oluşan kentsel alanlar görmek mümkündür. Dönüşmekte olan küresel ekonomi ile başetmek üzere eski ve yeni ticari limanların ve kent merkezleri, alışveriş bölgeleri ve eski binaların yenilenip tekrardan ambalajlandığını gözlemliyoruz. Bu deniz kıyısı kentleri, bir yandan küresel pazardaki biricik ve önemli konumlarını pekiştirmeye çalışırken diğer taraftan bunların yatırımcılar ve müteahhitler ile desteklenmiş yönetimleri, hemşehrilerinin varlığını hiçe sayarak yoksulları, göçmenleri ve bu yeni panoramanın bir parçası olamayacak insanları dışlamaktadırlar. Şirket yöneticileri, avukatlar, kent yönetimleri, mimarlar, tasarımcılar ve polis bu ince planlanmış soylulaştırma projeleri için işbirliği halinde durup bu yeni düzeneğin reklamını mimari çizimler yoluyla yapmaktalar.

Mermer Denizi projesinin ikinci ayağında Marsilya limanı ve cevresinde araştırma yapma fırsatımız oldu. ‘Sextant Et Plus’ aracılığı ile La Frische’de sergilenen projenin ‘La Ville Blanc’ (Beyaz Kent) isimli başlığını Marsilya’nın merkezindeki böylesi kibar bir projenin reklam panosundaki grafitiden aldık. İlk bakışta La Ville Blanc lafı, Türkçe ve İngilizce’ye çevirisi yapılamayan bir gramer hatasını içeriyordu. Dişil bir sözcük (la Ville) eril bir başka kelime (Blanc) ile tamlama haline gelmişti. Dilin bu biçim cinsiyetçil bir kullanımı, kibarlaşma ve soylulaşmanın ataerkil düzenine işaret eden keskin bir eleştiriyi de beraberinde getiriyor. Marsilya’da dolaşırken kenti bekleyen geleceği gösteren böylesi bir billboard ile karşılaşıp New York’tan İstanbul’a, İzmir’den New Orleans’a farklı kentlerdeki ‘tamamen beyaz’ ve ‘seçkin(ci)’ benzer imgelerle olan benzerliğinin farkına vardık. Niyetimiz etnik ve ırka dayalı bir argümanı başlatmaktan çok kentlerin neo-liberal saiklerle (yeniden) tahayyülündeki sınıfsal göstergelerin ne derece ırkçı ve cinsiyetçi bir temele dayandığının altını çizmek. Bu muhafazakar ‘yeniden biçimlenme,’ bir neo-liberal ambalajlama stratejisi olarak ‘en yeni model’ tasarımlar ile şekilleniyor. Aslında bu yeni projelerin kendiliğinden başarısızlığı, sadece dışlayan ve görmezden gelen böylesi mimari çizimlerin yüzeyinde yatıyor. Farklı Avrupa ülkelerinde kolayca tanımlanabilen ve çeşitli yollarla karşı durulabilen sıradan ırkçı saldırılar ile karşılaştırıldığında, yeni burjuvaların stratejisi oldukça daha verimli görünüyor. Sonuçta (neo)nazileri lanetlemek, dengesiz (ve silahsız) güç kullanımını mükemmelleştiren, ordusuz kolonize eden ve fabrikasız sömüren bu neo-muhafazakar ekip için ‘politik doğru’lardan biri haline gelmiş bile.

Fernand Braudel gibi tarihçiler tarafından açıkça izlendiği üzere Akdeniz’in liman kentleri benzer kaderleri paylaşıyorlar. Bu kentler tarih içinde bazı dönemlerde yükselirken, bazılarında gözden düşüp yine ardından faaliyetin artması ile ticari limanlarını büyütmek ve kent merkezinden uzağa taşımak üzere organize oluyorlar. İstanbul da dahil olmak üzere bu kentlerin çoğunluğunda boşaltılan kıyı şeridi neo-liberal hükümetlerin ve fırsatçı yatırımcıların iştahını kabartmaktalar. Bir yandan dolu konteynerler, ham petrol, orkinos sürüleri ve kurvaziyerler denizleri arşınlayıp, kıtalar denizin altından çeşitli kablolar ve boru hatları ile bağlıyken, Avrupa’nın kentleri istenmeyen ırkların gelişine karşı şiddetli bir direnç göstermekte. Akdeniz’in altında, üstünde ve etrafındaki böylesi yoğun bir akışın yanında, Fransa, Almanya, İtalya ve diğer ülkelerdeki kentler istenmeyenleri dışlamak üzere yeni bölgeleri yaygınlaştırıyor.

Günümüzün küresel meselelerinin önemli bir kısmı Avrupa’da su yüzüne çıkıp özellikle de Avrupa’nın batısına Anadolu’dan bakıldığında daha da önem arzediyor. Avrupa’daki ‘işgal’ hissiyatı, Kartaca, Endülüs ve Osmanlı yayılmacılığı gibi tarihsel dönemeçlerden bu yana hiç görülmediği kadar yükselişte. ‘Öteki’den (Müslümanlar, Afrikalılar ve Asyalılar) duyulan korkuyu kışkırtmak, esas olarak aşırı sağcılara, bunun yanında da iş dünyası ve bunların muhafazakar politika alanındaki işbirlikçilerinin eline koz vermekte. Avrupa’nın 20. yüzyıldaki her ekonomik krizinde bu ‘şüpheli ırk’lara yöneltilen nefret söylemi bu yüzyılda da tekrar tekrar karşımıza çıkıyor.

Bugün yeni olan şey ise modern Avrupa devleti tarafından ortaya sürülen demokratik-eşitlikçi söylemin, her vatandaşa eşit haklar söz konusu olduğunda tam da kendisi ile açıkça çelişmesidir. Temsiliyet üstüne kurulan demokrasiler, çoğunluğun ‘vatandaş olmayanlar’ın haklarını gasp etmesi sonucu geçerliliklerini yitiriyorlar. Böyle durumlarda her saikten günlük politika (Türkiye’deki Kürt toplumuna karşı olduğu gibi) ülkenin ‘gerçek’ sahibi olarak çoğunluğun ‘hassasiyet’lerini destekliyor. Simgesel davranışlardan, sembolik kıyafetten, gelenek ve dilden tahrik olma ihtimali yanlızca aşırı sağ tarafından değil politikacıların önemli bir çoğunluğu tarafından oy kaygısı güdülerek kaşınıyor. Bunun karşılığında ise Avrupa’daki İslam toplumlarının köktenci kanadına terkedilen ‘savunma refleksi’ zaten çığrından çıkmış bir çelişkiler yumağını daha da körüklüyor.

Bunların ötesinde birlik halindeki Avrupa’nın (AB) uyguladığı yöntemlerde, böylesi bir çatışma halinin ulusal sınırları aşıp homojen bir biçimde emsaller oluşturduğunu görüyoruz: Avrupa’daki milli sınırlar aşıldıkça yabancı korkusu dizginlenemiyor. Avrupa kimliği ve bu kimliğin öznesi üzerine onyıllardır süren tartışmaya, eski kıtanın orta yerinde yükselmeye çalışan minarelerin gölgesi düşüyor. Sembolik bir biçimcilik (ör. minareler) üzerine inşa edilen bu korku propagandası, tersinden de medeniyet tarihinin derinlerinden gelip tekrar ısıtılan ‘değerler’in biçimciliği ile de bütünleniyor. Bu ‘değerler’in muğlaklığı, Avrupai değerlerin gayet açık ve net olup diğer kültürler tarafından paylaşılmadığını iddia eden Avrupa’lı yöneticilerin gözünden kaçmakta.

Halbuki ‘Eski Avrupa’nın düşünürü Marx’tan bu yana yoksulların ve işçilerin dinlerinden, ırklarından ve milliyetlerinden bağımsız olarak aynı değerleri paylaştığını, aynı koşulları, kaderi ve benzer idealleri taşıdıklarını düşünmemiz gerekir. Eğer batı dünyasının değerlerinden bahsedeceksek, bu değerlerin en çok evrensel proleteryanın kardeşliği fikrinin erozyonu sonucu sekteye uğradığını gözlemleyebiliriz. Tek tanrılı küreselleşen dünya, belirlenmiş çizgiler boyunca ayrışmayı dayatıyor herkese. İkinci binyılın ilk on yılı sonunda geldiğimiz noktada sermayenin küresel dünyada her yere sızdığına, emeğin utanmasızca sömürülmeye devam edildiğine ve kitlelerin bir hipnoz halinde olan bitene seyirci kalıp daha fazla tüketmek üzere sıralarını beklediğine tanık oluyoruz. Sosyal devlet denen şey, refahın adaletli dağılımı konusunda devre dışı kalırken, çatışma alanlarındaki (ör. farklı inançlar arasında) arabuluculuk kabiliyetini hızla kaybetmekte. Bu sorunlardan ilki serbest piyasa ekonomisinin, ikincisi ise (özelleştirilmiş) güvenlik güçlerinin insafına birakılmiş durumda. İstanbul, Paris ve Londra gibi metropollerde ‘Beyaz Kent’leri en iyi koruyan ve sınıfsal/etnik olarak tertemiz tutan da bahsedilen özel/devlet güvenlik kompleksi. Dünya kentlerindeki korunaklı konut alanları ve kapısı kapalı cemaatler, sakinleri arasındaki homojenliği sağlamak ve istenmeyen ırkçı ve etnik çatışmaları dışarıda tutmak üzere tasarlanmışlar. Bir bakıma bu korunaklı alanlara, arzu edilmeyen ‘karışım’ların engellendiği özel okulların yetişkin yaşamdaki bir uzantısı olarak bakmak gerekiyor. İkisinin mimari düzenlerinde bile ders-dışı aktivitelere imkan veren ve kısıtlı bir ‘yer’deki yaşantının monotonluğunu kırmaya çalışan tesislerin benzerliğini görmek mümkün. Billboardlardaki mimari çizimlere yakından bakıldığında, kesilip yapıştırılan yüzlerin ve bedenlerin, çiçeklerin ve otomobillerin çoğunlukla internette satılan stok fotoğraflardan derlendiğini görebiliyoruz. Bu fotoğrafları satışa hazırlayan şirketler, imajları traşlayıp temizleyerek ve tanımlayıcı ‘metadata’yı da üstüne ekleyerek satışlarını artırıyorlar. Bu imajlar AVM’lerin, ofis binalarının ve iş merkezlerinin standard tasarım ve üretimine mükemmel eşlik edecek biçimde yeni küresel düzene uygun ideal şehirli imgesini tekrar tekrar üretiyorlar.

Sonuçta, mevcuttaki sosyal-kamusal alan, bütün pespayeliği ile dahi politikacıların, sosyal reformcuların, teknokratların ve benzeri neo-liberal (ve muhafazakar) kafalı aktörlerin eline, ve bunların üreteceği konformist sosyo-ekonomik çözümlerin insafına bırakılamayacak kadar önemli. Avrupa’daki yeni direniş vakaları yukarıda bahsedilen fay hatlarının sadece etnisite ve ırk kökenli olmayıp, bunlardan arınmış isyankar bir gençliğin büyük kentleri paralize edecek kadar öfke dolu olduğunu gösteriyor. Benzer bir hoşnutsuzluk hali, Paris, Atina ve İstanbul’da görüldüğü üzere Avrupa’nın imtiyazsız vatandaşlarını ve vatandaş olamayanlarını da içine katmak üzere genişletilebilir. Gençliğin bu enerjisini andıran sanatsal tavır, alışkanlıkların askıya alınabileceğini ve işlerin her zamanki gibi gitmediğini öneren bir hesaplaşma anına açılabilir. Herşeyin diyalektik düzeninde, nicel olarak biriken hoşnutsuzluğun nitel bir dönüşüme yol açacağını ummak gerekir. Şimdilik denize bakıp tecrübeye dayanarak söylüyoruz ki, suların sakinliğine şüphe ile bakmak, denizin öfkesinin muhayyilemizi fersahlarca aşacağını bilmek lazımdır.

xurban_collective, 2010.